İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, yeni yasama yılının ilk grup toplantısında gündeme ilişkin açıklamalarda bulundu.
İsrail'in bölgede sürdürdüğü saldırılar hakkında konuşan Dervişoğlu, dün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın TBMM açılışında yaptığı "İsrail’in müteakip hedefi Türkiye" açıklamasını hatırlatarak "İktidar güvenliğimiz için ne yapıyor?" diye sordu. Dervişoğlu, TBMM'nin düzenli olarak bilgilendirilmesi gerektiğinin de altını çizdi.
Dervişoğlu'nun açıklamalarından başlıklar şöyle:
"28. Dönem 3. Yasama yılının, milli meclisimizin şeref, haysiyet ve yetkilerinin iktidar tarafından tahrip edilmediği bir yıl olmasını dilerim. Yeni yasama yılının ilk grup konuşmasına güzel bir konuda, umut dolu mesajlar vererek başlamak isterdim. Ancak coğrafyamız yangın yeri.
İSRAİL SALDIRILARI: Bildiğiniz üzere, İsrail'in Filistin'de onyıllardır süren kanlı işgali ve sistematik zulmü, artık bölgenin sınırlarını aşmış ve bu barbarca saldırganlık Lübnan'a kadar yayılmıştır. Bu işgalci devletin saldırıları, uluslararası hukukun zerrece umursanmadığı, pervasız bir tutumla yürütülmekte; sivil yerleşim alanları bilerek hedef alınmakta, çocuklar, kadınlar, masum siviller acımasızca katledilmektedir. İsrail, Filistin'de gerçekleştirdiği insanlık dışı politikalara ilaveten, Lübnan'da şehirleri yerle bir etmekte, masum insanları yerlerinden, yurtlarından koparıp göçe zorlamaktadır. Bu vahşi saldırılar, sadece bölgenin istikrarını değil, tüm Orta Doğu'yu bir ateş çemberine sürüklemekte ve büyük bir yayılmacı stratejinin tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne var ki, Birleşmiş Milletler ve uluslararası toplum, bu insanlık dışı olaylar karşısında ne yazık ki utanç verici bir sessizliği tercih etmektedir. Bu sessizlik, zulmü onaylayan, adeta İsrail'in işlediği savaş suçlarına ortak olan bir tavırdır. Birleşmiş Milletler'in acizliği ve etkisizliği, adaletin köküne kibrit suyu dökmekte, insanlık vicdanında derin yaralar açmaktadır. Eğer BM ve dünya toplumu, gerçekten barıştan yana bir duruş sergiliyor olsaydı, İsrail'in bu pervasız saldırganlığı karşısında cesur ve kararlı adımlar atarlardı.
ERDOĞAN'A 'HAMASET' ÇIKIŞI: Dünyada hal böyle. Peki, bizde durum nasıl? Cumhurbaşkanı Erdoğan dün bu konuyla ilgili devlet ciddiyetine yakışmayan açıklamada bulundu. Türkiye, basit ajitasyonlarla, hamasetle yönlendirilecek bir ülke değildir. Bölgemizde böylesine önemli meseleler söz konusu olduğunda, popülist korku siyasetiyle halkı kandırmaya çalışmak, ülkemizin uluslararası itibarını yerle bir etmekte ve diplomatik alanda bizi ciddiyetsiz bir aktör olarak göstermektedir. İsrail’in insanlık dışı politikalarına karşı durmak zaruridir; ancak Türkiye gibi kadim bir devletin, bu meselede akılcı ve stratejik bir diplomasi yürütmesi gerekirken, hamasi söylemlerle dış politika oluşturmaya çalışması kabul edilemez. Türkiye, Orta Doğu’da krizleri abartan bir ülke değil, çözüm üreten, tarihsel misyonuna uygun biçimde barışı savunan güçlü bir aktör olmalıdır. Türkiye, bu coğrafyanın kadim bekçisi olarak tarihsel sorumluluklarını asla unutmamalıdır. Türkiye'nin bölgesel gücü elleri kolları bağlanmış şekilde hareketsiz bırakılmıştır. İktidarın akıl almaz yönetim hataları, Türkiye'yi hem mazlum halkların yanında durma şansını yitirmiş hem de küresel siyasette ağırlığını kaybetmiş bir ülke konumuna sürüklemiştir.
III. DÜNYA SAVAŞI RİSKİNDEN SÖZ EDERKEN TBMM'YE BİLGİ VERİLMİYOR: Böyle bir ortamda ve özellikle Hakan Fidan kamuya yaptığı açıklamalarda bir III. Dünya Savaşı riskinden söz ederken Dışişleri Komisyonu’na ve de TBMM Genel Kurulu’na bilgi verilmiyor oluşu kaygı vericidir. Buna bir de Sayın Cumhurbaşkanı’nın 'İsrail’in müteakip hedefinin Türkiye olduğu' yolundaki beyanları eklenince 'iktidar milli güvenliğimiz için ne yapıyor' sorusunu sormak durumundayız. Hiçbir şey yapmıyor gözüktükleri için de, beyanları onlar açısından maalesef inandırıcılığını yitirmektedir.
TÜRKİYE'NİN ARABULUCULUK İŞLEVİNİ YERİNE GETİRMESİ İMKANSIZ HALE GELDİ: Arap ülkelerinin lakayt davranışı ve mezhepsel yaklaşımlar nedeniyle bu yaranın öngörülebilir bir gelecekte kapanması zor görülmektedir. Birleşmiş Milletleri Güvenlik Konseyi’nin ise veto yetkisine sahip ülkelerin tavrı nedeniyle kendisinden beklenen etkinliği gösteremeyeceği anlaşılmaktadır. Ülkemizin ise sorunların aşılması yolunda, meseleye taraf olmaktan dolayı bir arabuluculuk işlevini yerine getirmesi de imkânsız hale gelmiş bulunmaktadır. İYİ Parti olarak iktidara çağrımız sorunun insani boyutunu öne çıkaracak çabalara öncelik vermeleri, TBMM ve siyasi Partileri de gerektiği veçhile bilgilendirmeleri yönündedir.
SIĞINMACI DALGALARI GÖZ ARDI EDİLMEMELİ: Çatışmaların bir yansıması olarak yeni sığınmacı dalgaları olasılığının da göz ardı edilmemesi gerektiğine inanıyoruz. Ülkemizin, tarihsel misyonuna ve bölgesel gücüne yakışır şekilde hareket etmesi ancak sağlam, tutarlı ve cesur bir dış politika ile mümkündür.
'MERKEZDE BULUŞALIM': Kullanılamadığı gibi yitip gitmeye başlayan bu potansiyelin farkında olarak, geçtiğimiz günlerde bir televizyon yayınında, büyük ilgi uyandıran bir çağrı yaptım: 'Merkezde buluşma çağrısı.' Ancak, bu çağrının yanlış anlaşıldığına şahit oldum. Bazı çevreler, bu çağrıyı yalnızca siyasi partilere yapılan bir davet olarak algıladı. Buradan açıkça belirtmek istiyorum ki, benim merkez çağrım Türk milletinedir. Bu yanlış algıyı düzeltmek ve neyi kastettiğimi net bir şekilde anlatmak için bugün sizlerle bu önemli konuyu detaylandırmak istiyorum. Merkez, aslında makul olan demektir. Siyasi tarihimize baktığımızda, merkez sağ, sağ merkez ya da milliyetçi sağ dediğimiz anlayış, Türkiye’de uzun yıllar boyu toplumun geniş kesimlerini bir arada tutan, uzlaşıyı esas alan bir gelenekti. Bu siyasi anlayışın temsilcileri, milletimizin ortak değerleri etrafında buluşarak ülkemizi yönettiler. Bu gelenek, farklı görüşlerden insanları aynı masa etrafında toplayan, toplumsal barışı ve istikrarı önceleyen bir siyaset anlayışıdır. Ancak, AKP iktidarıyla birlikte merkez, siyasetin dışına itildi. AKP, merkezdeki ortak aklı ve toplumsal dengeyi bozarak, siyaseti uç noktalara kaydırdı. İktidarlarını korumak için toplumu bölerek, halkı kamplara ayıran bir siyaset yürüttüler. Bu çağrıyı tam da bu nedenle yapıyoruz. Bizim çağrımız, AKP’nin yok ettiği sağduyuya, aklıselime ve toplumsal barışa geri dönme çağrısıdır. Bu yüzden merkezde buluşmak, ülkemiz için bir zorunluluktur. Bizim amacımız, birkaç cambazın üzerinde dengesizce yürüyebileceği ince ipleri değil, toplumun tüm katmanlarını bir araya getiren sağlam bir köprüyü inşa etmektir. Herkes bilsin ki, merkezde buluşma çağrısı, aşırılıkların değil, makul olanın zaferini getirecektir.
KARADENİZ'İN İKİNCİ PANDEMİSİ: Karadenizli için önemli olan fındık bahçelerimiz tehdit altında. Adına kokarca denen bir zararlı musallat oldu onlara miras kalana, gelirlerine ve çocuklarının geleceğine. Konuştuğumuz sorun, Karadeniz’de kök salmış ve fındık üreticisinin hayallerini, geçim kaynaklarını kemiren bir bela. Bu sorunu basit bir böcek sorunu olarak görüp geçmek, Karadeniz’de yaşayan milyonları anlamamak demektir. Bu sorun, adeta Karadeniz'in ikinci pandemisidir. Ama tarım sektörünün asıl pandemisi 2002’den beri Adalet ve Kalkınma Partisi’dir. Göreve başladıklarından beri tarım sektörünü adım adım çökerttiler. Eldeki sayılarla hesabı yapınca hükümetin 2019’dan beri çiftçiye hakkı olmasına rağmen ödemediği desteklemenin birikmiş tutarı bu sene sonunun fiyatlarıyla tam 1 trilyon 236 milyar lira yapıyor. Vergilendirilmemiş alan bırakmayacağız diyerek çıktığı yolda düşük ve orta gelirlinin ümüğüne daha fazla basmaktan fazlasını yapamayan Vergimatik Mehmet de yapsın bu hesabı. Gıda enflasyonunun sebebini arayan Merkez Bankası da yapsın bu hesabı. Market, depo basarak her fiyat indirebileceğini sanan Ticaret Zabıtası da yapsın bu hesabı. Yoksulluğu çözmeye değil yönetmeye and içmiş Cumhurbaşkanı da yapsın bu hesabı. Ancak daha doğru ürün fiyatı belirlemekten bile aciz tarım bakanı bu hesabı yapmasa da olur. Ben onlara yardımcı olmaya çalışayım. Bir an düşünün, Karadeniz’de sadece fındıkla geçimini sağlayan kaç hane var? Ben size söyleyeyim: On binlerce. Bugün, aynı topraklarda, %60’a varan ürün kayıplarıyla karşı karşıya olan bu insanlar, çocuklarının eğitim masraflarını karşılayamıyor. Tarımsal üretim, toplumu bir arada tutan sosyal dokunun bir parçasıdır. Karadeniz’de fındık, Aydın’da incir ve pamuk, Malatya’da kayısı, Şanlıurfa’da Gaziantep’te fıstık, Çukurova'da narenciye sadece bir ürün değil, bir yaşam biçimidir. Yani ortada hızla büyüyen bir yangın var ama benzetmemi mazur görün, tarım bakanlığı Karadeniz yanarken saçını taramakla meşgul.
O KUYRUKLAR VİZE KUYRUKLARIDIR: Adalet, eşitlik ve hürriyet kavramları yalnızca siyasi söylemlerden ibaret değildir. Bu kavramlar, güçlü bir gelecek inşa etmenin yegâne yoludur ve bizler, bu üç temel değeri siyasetimizin merkezine koyarak Türkiye’yi hak ettiği refaha ve huzura kavuşturacağız. Geldiğimiz noktada ülkemiz gelir eşitsizliğinde Avrupa birincisidir. Peki, hal böyle iken ne diyor Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz? Ülkemizin düzenli göçe ihtiyacı varmış. Çünkü bu hazrete göre “Gençlerimiz iş beğenmiyorlarmış.” Yahu Sayın Yılmaz, o iş beğenmediklerini söylediğin gençlerimiz yurtdışı vizesi kuyruklarındadır. Çünkü onlara hayat hakkı vizesi, mutlu olma vizesi, hayatı tecrübe etme, Dünya’yı tanıma vizesi vermiyorsunuz. Pırıl pırıl gençler; halk ekmek büfelerinde ekmek kuyruğu, şehir hastanesi kapılarında muayene kuyruğu, iş ararken mülakat kuyruğu beklemek yerine, elçilik kapılarında vize kuyruğuna giriyorlar. Benim adım Müsavat. Eşitlik demektir. Eşitsizlikten muzdarip gençlerin, anaların, babaların canhıraş feryadını duymuyorsak, duyup da bütün enerjimizle bu sorunu çözmek için çalışmıyorsak, bana da hepimize de yazıklar olsun.
NARİN GÜRAN, ŞEYDA YILMAZ, SİNAN ATEŞ CİNAYETLERİ: Adalet bir kalkan olmalı, silah değil. Ama bugün, gücü eline alanlar, onu bir silah gibi kullanıyor. İftiralar, tehditler, karalamalar sıradan bir hale geldi. Gerçek adalet peşinde koşanlar ise ya mahkemelerde süründürülüyor ya da susturuluyor. Adaletin olmadığı yerde ne güven vardır ne de huzur. Ülkede artık haklı olmak yetmiyor. İlk derece mahkemelerin aldığı kararların yüzde 67’si istinaf ya da yargıtayda bozuluyor. İşte makul diye dayatmaya çalıştıkları bu düzen yüzdendir ki, küçücük bir kız çocuğunun merhum bedeni üzerinde insanımız bu kadar ihtimamla durmuştur. Peki netice nedir? Aynı hamam, aynı tas. Narin’in katillerinin bulunmasını, Sıla bebeklerin korunmasını, Şehit Şeyda Yılmaz’ı öldürme cesaretini bulan canilerin içeride tutulmasını ve Sinan Ateş’i güpegündüz öldüren kiralık katillerin yakalanmasını sağlayacak gerçek adalet sistemini kurmaktır.
Bugün Türkiye’de insanlar, neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceklerini iki kez düşünmek zorunda kalıyorlar. Bir tweet atmadan önce, bir yazı yazmadan önce, hatta bir dost sohbetinde bile acaba söylediklerim beni tehlikeye sokar mı diye düşünür hale geldiler. Gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar, yazarlar; özgür düşüncenin temsilcileri baskı altına alınıyor."